https://www.youtube.com/watch?v=dA1uJfQH7yY
Rakının bardağa dolarken çıkardığı duyulmayan inceden bir sesi vardır. Suyun dökülmesini bekleyene dek yalnız bardağın içinde kıpırdanan bir sestir o. Kimse duymaz. Çok içip sarhoş olan da az içip keyflenen de duymaz. Rakının, bardağa su değene dek çıkardığı minicik hüzünleri vardır, o sesleri kimse duymaz.
Uykunun aralanan kapılarını tek tek kapatıp, masaya, rakının bardağa yaklaşmaya başladığı o ana varıp çöktü sandaleyeye. Sağ ayağını sol eliyle altına doğru kıvırdı, sol ayağını da yukardan sallandırıp gözlerini yere değil, masadaki çatala doğru eğdi. Karşısında oturan adamın sesi kulaklarına çarpa dursun, onun aklı çatalın paslanmış ucundaydı. Batsa ölür müydü? Hemen aşı yaptırmak gerekir miydi?
Küçükken sahilde parmağının ucuna batan paslı çivi yüzünden gece korkudan uyumayıp ölmeyi beklediğini anımsar gibi oldu, kovdu. Edebiyat parçalayacak halde değildi. Canı içmek de çekmiyordu, konuşmak da.
Canı yaslanmak çekiyordu. Birinin karnına, sırtını dayararak kıvrılmak, belki orada uyumak çekiyordu. Soluklanmak.
Canı onun koynunda durduğu anlardan bazısını çekiyordu. Susarak. Konuşmak istemiyordu hiç, sadece çatala bakmak, canı sadece çatalın paslanmış ucuna bakmak istiyordu.
Garson geldi, konuşmak istemiyordu canı. Eliyle peyniri işaret etti, peynir geldi; buzu gösterdi, buz geldi.
Bir an oturdu kaldı yerine. Elleri boşaldı. Gösterdi de ben mi görmedim diye hayıflanacaktı ki yerini çoktan endişe aldı. Bana dedi, diye düşündü. Saatler ve gecelerce, sabaha dek anlattı. Duymamışım demek ki. Neden? Anlatmıştı oysa. Duymamışsam.. nasıl?
Bedeni karıncalanıyordu, karşısındaki durmadan anlattıkça bedeni büzülüyor, çürüyor, kavruluyordu. Yüzüne dokundu, yanıyordu, çok sıcaktı.
Rakının bardağa değerken çıkardığı minicik sesler vardır. Şimdi hepsi kafasında yankılanarak büyüyordu.